Büyüme

Google, Deep Mind adlı yapay zeka şirketini satın aldı. Kurucuları arasında çocuk yaşta satranç şampiyonu olan bir girişimci, bir nörolog ve bir yapay zeka uzmanı da olan ve yapay zeka algoritmaları geliştiren firmanın tek bir patentli ürünü bile yoktu henüz. Buna rağmen Google 400-500 milyon dolar trink para saydı bu firmaya. Geçen yıl da robotlar üzerine uzmanlaşmış Boston menşeili bir şirketi bünyesine kattı. Diğer yandan insansız araba denemeleri Utah’ta sürüyor. Google’ın ürettiği arabaların trafiğe çıkabilmeleri için yasa değişikliği bekleniyor. Yine Google’ın bulut internetle dünyayı sanalda buluşturma projesi -ulus-devletlerin kösteklemelerine rağmen- devam ediyor. Facebook da yapay zekaya yatırım yapıyor. Çipler küçülüyor, yapay organlar laboratuar ortamında üretiliyor, aklımızın almakta zorlanacağı gelişmeler oluyor. Bizim yaşam süremizde nano robotlarla ameliyatlar gerçekleşebilir mesela veya en azından yürüme güçlüğü çekenler için dış iskeletler (exoskeleton) kullanılmaya başlanabilir.

Evet, paradan para kazanmak mümkün, iyi fikirle yatırımcı çekmek mümkün, kutu kutu evler ve alışveriş mabedleri yapıp satarak bir süre büyümek, büyür gibi yapmak mümkün. Ama gerçek büyüme bu değil. Gerçek büyüme için yatırım yapmak gerekiyor. Önce insana, sonra alt yapıya. İnsanı özgür bırakmak gerekiyor, ki önce düşünebilsin, hayal edebilsin o “şeyi”. Sonra ona araştıracak, üretecek imkan sağlamak gerekiyor. Hayır, ucuz değil ve çabuk da değil. Zaten hayatta güzel olan ne ucuz ve çabuktur ki? Ama bir defa o sistemi kurup üretmeye ve büyümeye başladığınızda, bir defa araba devrini aldığında halkınıza ve insanlığa sunduğunuz imkanlar kalıcı oluyor.

İnsana yatırım yapmaktan kasıt da word, excel ve access bilen insan yetiştirmek değil. İnsiyatif alabilen, çalışma ahlakı olan, çatışmaları çözebilen, gelişime açık, yeri geldiğinde eğitime dönüp eksiklerini tamamlayabilen, ondan önce eksiklerini görebilen bireyler yetiştirmek. İtiraz edebilen, beraber çalışabilen, çıktı üretebilen ve ürettikçe, insanlığa fayda sağladıkça bununla mutlu olabilen bireyler… Sorumluluk alabilen, “bilmiyorum” diyebilen, “hatalıydım” diyen ve hatasından birşey öğrenen. Ve bu bireylerin toplamından, “hatalıyım” veya “bilmiyorum” diyen üyesini sarmalayan, takdir eden, iş yapan üyesini yükselten bir toplum oluşturmak… En zoru bu son kısmı. Hadi biz bireyi yetiştirelim, zor ya, varsayın yapalım. Toplumu ne yapacağız? O kritik eşik ne zaman aşılacak da parçalar bütünü oluşturacak? Asıl istiklal mücadelesi budur. Kısır kavgalardan kurtulup dünyanın konuştuğu meselelere, robotlara, nanoteknolojiye, yapay zekaya dahil olmanın sırrı burada. Bugün çocuk yetiştiren herkes de bilsin ki, en az sırtında mermi taşıyanlar kadar ağır bir sorumlulukları var. Büyümemiz, “büyüttüklerimize” bağlı.

Oy

Artık hepimizin kafasına nakşolunduğu gibi sandık demokrasinin olmazsa olmaz, gerek şartıdır. Yeter şartı olmadığına inananlardanım ve asıl mesele de bu. Ama şimdilik yeter şartları bir kenara bırakalım. Sandık ve oy meselesine odaklanalım.

Aslolarak seçtiğimiz nedir? Bazılarımız bir lider seçtiğimizi düşünebilir. Hayır, bizler sandıkta gerçekleşmesini en çok istediğimiz politikalara ve ülkenin hayal ettiğimiz son haline oy veriyoruz. Biz sandıkta, görmek istediğimiz çözüme oy veriyoruz. Kişisel hayatlarımızda her gün sorunlara çözüm arayıp buluyoruz. Mesele sadece bizi ilgilendirirken çözümü seçmek kolay, keyfimizin kahyasıyız. Saçım kepekliyse kepek şampuanı alırım, bitti. Ortadaki sorunla ilgili taraflar arttıkça çözüm seçme süreci zorlaşıyor. Önce hayatınıza bir öteki giriyor. Evlilik dediğimiz kurum, sonsuz bir pazarlık ve çözüm silsilesi. Birlikte yaşamak için tavizler veriyoruz, tartışıyoruz, anlaşıyoruz. Niye taviz veriyoruz? Çünkü hayal ettiğimiz dünyanın en olmazsa olması o öteki insanın hayatımızdaki varlığı. Zaten o önceliği kaybettiğinizde evlilik kurumu da kendini lağvediyor. Aile genişledikçe verilmesi gereken kararlar artıyor, çözümler arasında herkesi kabul edilebilir derecede mutlu edeni seçmek zorlaşıyor. Bu yüzden mekanizmalar üretiyoruz, kurallar koyuyoruz. Sırf süreç hızlansın, beklentiler oluşsun, sistem işlesin diye. Akşam yemeğinden sonra televizyonu açmıyoruz mesela. Ya da haftasonu avm’ye gitmiyoruz. Bu kararları hepimiz rahat yaşayalım diye ortak mı alıyoruz? Hayır. Ebeveynler güçlü, çocuklar görece daha güçsüz (ehh desibelleri artınca tartışılır bu tespit). Dolayısıyla bu böyle olacak diyoruz. Ama ailede bile bunun bir sınırı var. Bazen istisnalar yapıyoruz, bazen çocukların “kazanmasına” izin veriyoruz. Ve onlar büyüdükçe eğer birarada ve huzurlu yaşamak istiyorsak onlara daha çok söz hakkı veriyoruz. Onları birey kabul ettiğimiz oranda ailelerimizin aynı çatı altında yaşayabilme olasılığı artıyor. Birey olmadan topluluk olunmuyor.

Gelelim topluma. Bir toplum olarak birarada yaşayabilmemiz için çözümler arasında yapılması gereken seçimler, ailelerin gündelik yaptıkları seçimlerden gazilyon kere daha fazla ve karmaşık. Üstelik her ne kadar ulus-devlet için öyle olduğu varsayılsa da bir aile gibi birbirimize bağlı değiliz. Bu durumda sorunlarımıza çözümler içinden çözüm seçerken sandığa gidip oy kullanıyoruz. Demokrasi denen ve zaman zaman nedensiz yere kutsallaştırılan sistem, bu işte. Toplumsal kararlar için düşünülmüş son derece eksik ve ehven-i şer bir sistem. Eksik, çünkü verdiğiniz oy sandıktan bir ve bütün çıkmıyor. Oy verdiğiniz parti seçim barajının altında kaldıysa hoopp başka partinin hanesine yazılıyor. Eksik, çünkü bir dolu başka kurumla desteklenmezse seçilenlerin kendilerini ebeveyn zannedip birey olma hakkımızı elimizden almalarına engel olmuyor. Demokrasinin hem toplumsal paydası en geniş çözümü sunabilmesi hem de azınlıkta kalsanız da sizin haklarınızı savunabilmesi için bir yanda bağımsız yargıyla, bir yanda iç ve dış denetim organlarıyla başka bir yanda bağımsız basınla desteklenmesi şart. Yoksa… yoksa beraber yaşayamıyoruz.

Önümüzdeki seçimlerde liderleri düşünmeyin. Partileri düşünmeyin. Sadece nasıl bir yaşam istiyorsunuz onu düşünün. Sorunlarınız neler ve nasıl bir çözüm istiyorsunuz düşünün ve oyunuzu ona göre kullanın. Ama mutlaka kullanın. Bunun için de seçmen olarak kayıtlı mısınız 23 Ocak’a kadar kontrol etmeniz gerekiyordu. Tatil planlarınızı seçim tarihleri açıklanmadan yapmayın. Yapacaksanız sigorta ve değiştirme hakkı alın. Öğrenciyseniz yurt adreslerinizi kalıcı adresiniz olarak bildirin. Seçimlerde aktif olmak istiyorsanız sandık görevlisi olun. Ameaan benim oyumdan ne olur demeyin, 2000 seçimlerinde Amerikan Başkanını 507 oy belirledi. Geleceğinizi, parçası olmadığınız birkaç yüz kişilik bir gruba emanet etmeyin, oy kullanın.

Birikim

Birikim’de yayınlanmış bu yazı gerçekten güzel olmuş. Özellikle BBOM’u düşünen ailelerin politik kimliklerine gönderme yapması da iyi olmuş. Evet, aramızda Kemalistler, sosyalistler, sosyal demokratlar, liberaller var. Zamanla kendisini muhafazakar olarak tanımlayan ama var olan eğitim sisteminden memnun olmayanların da BBOM’a destek vereceklerini düşünüyorum. Bazı konularda sorun çıkacaktır mutlaka. Ama belirleyici olan çocukların isteği olduktan sonra tüm sorunlar çözülür. Durumu Andımız üzerinden değerlendirirsek, isteyen çocuk okur, istemeyen okumaz, kimse de kimseye karışmaz. Çözüldü gitti :)

19 Ocak

BBOM, 19 Ocakta yeni bir etkinlik yapıyor. Kısa film gösterimi ve sunumun ardından soru-cevap olacak. Kek olacak, çay-kahve olacak, kendiniz gibi çok güzel insanlar olacak, siz de gelin. Ve tabii ki çocuklarını getirmek isteyenler getirebilirler. Çocuklar için yapılan bir işte çocuklar daima işin içinde :)

34

Son olup bitenler hakkında en azından gündelik bazda hiç yazasım yok. Çünkü bugün söylediğinizin yarın hükmü yok. Ama ayrıntılarda kaybolmadan bakarsak genel olarak kanaatim net: yolsuzluk da var, derin bürokrasi de. İşin trajikomik tarafı tüm bunların ortalığa saçılmasının tek nedeni security dilemma yani güvenlik ikilemi. İki komşu ülke var diyelim, ekonomik olarak güçlüler, ancak ortamda bir büyük abi, kavgaları ayıracak bir otorite olmadığı için her iki taraf da diğerinin gücünü kendisi üzerinde kullanmasından tırsıyor. Bu korku, zamanla ülkelerden birinin tamamen kendini korumak için silah stoğunu arttırmasına yol açabilir. Ama bu gelişmeyi gören diğer ülke de korkup o da stoğu arttırmaya başlar. Sonuçta bir yarışa girerler, korkuları tehdide dönüşür ve birbirlerinden şüphe duyarken sonunda gerçekten birbirlerine savaş açıp bu yarışı bitirmeye karar verebilirler. İşin ikilem tarafı, kendini koruma içgüdüsüyle başlatılan hareketler bizzat güvenliğinizi tehlikeye atabilir. Korktuğunuz şey başınıza gelir. Yaşadığımız, bu kavramın ülke içine yansımış hali.

Gelelim asıl meseleye. İnsan çok küçük, kısacık varlığı ve tarihin uzunluğu, evrenin büyüklüğü karşısında bir zerre niteliğindeki kütlesiyle çok da önemsiz. Diğer yandansa kocaman, birine yardım ederken, bir çocuğu severken, pişirdiği ekmeğin kokusu bir evi sararken evren kadar geniş, neredeyse sonsuz. İnsanlardan ve küçük ihtiraslarından nefret ediyorum ama küçük insanların iyi yürekleriyle bina ettikleri insanlığı seviyorum. Bana göre bu bir tutarsızlık değil. Çünkü bencillikle, kötülükle örülen sistemler bize uzun görünseler de aslında geçiciler. Kalıcı olanlar veya görece kalıcı olanlar insanlığın kıymık kıymık birleştirdiği kurumlardır. Kurumdan kastım sadece maddi yapılar değil, aynı zamanda normlar, hakkikati pusula edindiğimizde açık seçik gördüğümüz kurallar, bağlantılar. Üniversite, mesela, bir kurumdur. Kökeni dini bir yapıdır, ama insanlık deneyimiyle değişmiş, gelişmiştir. Kötü üniversiteler olabilir, haksızlıklar da olabilir ama değişimin öncüsü olarak üniversite kurumu varlığını sürdürür. Siz gündelik hayatta istediğiniz kararları alabilirsiniz, bir ülkeyi zindana çevirebilirsiniz ama 100 yıl sonra siz ve ben ve tanıdığımız herkes toprak olduğunda üniversite kurumundan birinin çıkıp 34 silahsız insanın ölümünde devleti aklayan kararı sorgulamasına ve hakikati apaçık ortaya koymasına mani olamazsınız.

Şeffaf-lık

BBOM Ankara grubu olarak son dönemde çok yoğun çalıştığımızdan bahsetmiştim. Son yaptığımız genel toplantıda aramıza çok güzel insanlar katıldı ve hep beraber daha planlı bir biçimde çalışmaya başladık. Bu, benim için aynı zamanda bir öğrenme süreci. Proje yazımı, takım çalışması ve organizasyon konularında paha biçilmez deneyimler kazanıyorum. Örneğin, Aralık ayında alt gruplara ayrıldık ve beyin fırtınası yaparak sorun ağacımızı oluşturduk ve SWOT (güçlü, zayıf yönler, fırsat ve tehlikeler) analizi yaptık. Analizimizin sonucunda ortaya çıkan sorunlardan biri yeterince şeffaf olmadığımızdı. Dışarıdan kapalı bir grup gibi görünüyorduk, ne yaptığımız hakkında fikri olanlar ksııtlıydı. Oysa BBOM bir veli insiyatifi ve yatay bir yapılanması var. Yani günün birinde okulumuzu kurduğumuzda tek bir sahibi olmayacak, okulun sahibi tüm velilerin ortağı olduğu kooperatif olacak ve karar alma süreçlerinde herkesin katılımı olacak. Bu yüzden bu algıyı besleyen engelleri kaldırmaya karar verdik. Bunun için de bir blog açtık. Blogda alt grupların toplantı raporlarını, genel toplantı raporlarını, etkinlik duyurularını bulabilirsiniz. Zaman içinde alternatif eğitimle ilgili yazılara ve yorumlara da yer verebiliriz. Toplantı raporlarından hiçbir şey çıkarılmıyor ve oldukça detaylı raporlar tutuluyor. Dolayısıyla BBOM toplantılarına katılamasanız da raporları okuyarak ne yaptığımızı çok rahat takip edebilirsiniz. Raporlarda katkı sağlayabileceğiniz bir konu olduğunu görürseniz rahatlıkla grupta daha aktif hale geçebilirsiniz.

Hediye

Hamilelere veya küçük çocuklara hediye vermenin zor olduğunu düşünüyorum. Belki ben çok düşünüyorum, ama bu konuda öğrendiklerimi paylaşayım istedim.

Diyelim ki, çok yakın bir arkadaşınız hamile. Ona ne alabilirsiniz? Kendim de o yollardan geçtikten sonra bazı banko hediyeler keşfettim. Muhtemelen ilk aylarda gereksiz gördüğü U şeklinde hamile yastıklarından alabilirsiniz. Bel ağrılarının başladığı aylarda size dua edecektir. Kitap alma taraftarıysanız, bebek bakım kitabı yerine Emzirme Sanatı gibi bir kitabı veya favori uyku-yemek kitaplarınızı öneririm. Herkes er ya da geç bebeğe nasıl banyo yaptırtacağını öğrenir, asıl meseleler uyku-yemek-emzirme.

Yeni doğum yapmış bir arkadaşa ne alınır? Tabii ki, geleneklerin ön gördüğü altını takabilirsiniz, bebeğe birşeyler alabilirsiniz. Ama bence bir de anneye basit birşey alın. Sade bir takı, manikür veya masaj seansı (en az 3 ay süresi olmalı) ya da sıkı bir kucaklaşma.

Yeni doğana ne alınır? Bebeğim olmadan önce tüm yeni doğum yapmış arkadaşlarıma hastane çıkışı götürürdüm. Sonradan anladım ki, hastane çıkışı bol hediye edilen veya ailenin en az bir tane aldığı ve bazen de bebeklerin fazla kullanamadıkları bir hediye. Bunun yerine 6-9 veya 9-12 ay kıyafetlerini tavsiye ederim. Genelde siz ilk 6 ay için kıyafet almış oluyorsunuz, doğumgününde de kıyafet hediye ediliyor. Ama genelde 6-9 ay arası kıyafet sıkıntısı baş gösteriyor. Bir de herkesin düşünmeyeceği parçaları alabilirsiniz. Mesela bir arkadaşım 1 yaş için sandalet hediye etmişti, havalar ısınınca bir anda can kurtaranım oldu, hemen giydirdim. Bir başkası yağmurluk hediye etmişti, 1 yaş civarı bahar yağmurlarında çok işimize yaradı.

Sizin çok işinize yarayan ama arkadaşınız kullanır mı emin olamadığınız hediyeleri sormaya çekinmeyin. Bir arkadaşım Amerika’dan kundak hediye etmişti bize. Almadan da aramıştı. Ben zaten alacaktım ama onun aldığı çok zevkli birşeydi, çok kullanışlıydı. Bol bol dua ettim. Sling de bu kategoriye girebilir.

Oyuncaklar içinse yaşlara göre favorilerim şöyle:

0-3 ay: olmasa da olur, olacaksa tabii ki çıngırak ama beşiğe veya araba koltuğuna takılandan.

3-6 ay: bez top veya bez kitap.

6-9 ay: yemek masasına sabitlenen oyuncaklar, kalın karton kitaplar, emekleme oyuncakları (aynalı salyangoz, sesli büyük tren vs.)

9-12 ay: yürüme yardımcısı katlanan arabalar, aktivite masası, içinde bebek yüzleri olan kitaplar, iri legolar.

12-18 ay: 2li-3lü yapbozlar, toplar, rol oynamaya uygun insan figürleri, hayvanlar.

18-24 ay: her tür kitap, dergi, boyalar, hamurlar, anne-babayı taklit edebileceği oyuncaklar.

Çok parçalı ve çok dağılan oyuncaklar anne-babaya sormadan alınmamalı diye düşünüyorum. Erkekler için araba alınmadan önce evde zilyon tane var mı diye sorulmalı. Aklıma gelenler şimdilik bunlar. Haa tabii en güzel hediye her zaman için şu sözlerden oluşuyor: ”Monçuk’u bırakıp sinemaya falan gitmek isterseniz…”

2013

Yılbaşı kutlamıyorum, evet gıcığım. Bak burada var, hatta burada ve burada. Işık mışık da sevmiyorum. Bünyem kabul etmiyor. Ama 35 yaşıma 2 ay kala bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler, mutlu olsunlar noktasına gelebildim. Tabii ki, herkes gibi ben de geçtiğimiz yılın muhasebesini yapıyorum (2012 burada).

Bu sene en büyük kazanımım, işe başlamam oldu. Öğrencileri, okulu çok özlemişim. Çok şükür.

Çok güzel insanlar tanıdım. İş arkadaşlarım (tahtaya tak tak) çok kafa dengi, iyi kalpli insanlar. Bir de BBOM sayesinde ömür boyu devam edeceğini düşündüğüm arkadaşlıklarım oldu. Ve tabii blog üzerinden tanıdığım, sevdiğim insanlar var. İtiraf edeyim, sandığımdan daha sosyal bir insanmışım. Bu insanları bulmuş olmaktan çok mesudum. Çok şükür.

Yıl boyunca çok büyük sağlık sorunlarıyla karşılaşmadık, yakın çevremizdeki ciddi bir sağlık problemi de çözüldü inşallah. Çok şükür.

Sporu hayatıma sokmuş olmaktan mutluyum. Kalıcı olur mu bilmiyorum, ama şükrediyorum.

Dostlarım sağlıklı ve mutlular. Çok şükür.

Ülkemde her fikirden vicdan sahipleri var, buna da şükür.

Bu yılın kazanımları böyle özetlenebilir. Kaybettiklerimizden bahsetmek istemiyorum, boğazımda bir yumru büyüyor o zaman konuşamıyorum. Çocuklar iyi olsun, yeter ki çocuklar iyi olsun.

61

Runtalya sayfası diyor ki, 61 gün kalmış koşuya. Dırıdıdııııı. Bir önceki hafta biraz tembellik ettim. Üç koşudan sadece birine çıktım. Neyse ki geçen hafta telafi ettim. Aslında tembellik kadar soğuk da önemli bir faktör oldu. -10 derecede koşmak hi hoş değil. Eve geldiğimde bacaklarımı hissetmiyor oluyorum. Haftasonu gündüz koşabiliyorum, ama haftaiçi gece koşmam lazım. Bir de bazı yerlerde zemin hala buz kaplı, resmen koşacak yer aradım birkaç gün. Şu anda haftaiçi 5kmlik iki koşu yapıyorum, haftasonu ise 7’ye çıktım. Ocakta 8’e, Şubatta da 9’a çıkmayı umuyorum.

Aslında bu yazıda biraz insanların kafasındaki spor ve zayıflama ilişkisini tartışmak istiyorum. Zayıflamak ya da doğru tabiriyle yağ kaybetmek isteyenlerin spor yapması salık verilir. Ancak yapılan araştırmalar gösteriyor ki (nerede o araştırmalar derseniz bulurum, şimdi üşendim), yeme alışkanlıklarını değiştirmek yağ kaybı açısından her zaman spora bin basar. Nedeni oldukça basit: spor yaparak kaybedilen kalori miktarı eğer söz konusu olan 1-1,5 saat süren kardio ve ağırlık çalışması değilse oldukça sınırlıdır. Yaşa ve kiloya göre değişmekle birlikte örneğin 5 km koşunca harcadığım enerji 300 kalori civarında. Piyasadaki pek çok çikolata daha fazla kalori içeriyor. Buna ek olarak kaç kalori harcandığından daha önemlisi vücudun bu kaloriyi karbonhidrat mı yoksa yağ yakarak mı harcadığı. 45 dakikadan kısa egzersizlerde vücut parçalanması daha kolay olan karbonhidratları yakar ve ancak 45 dakikadan sonra yağ depolarına sıra gelir. Dolayısıyla koşarak kilo kaybetmek pek mümkün değil. Tabii istisnaları var, sağlıklı kilonuzun çok çok üzerindeyse ve hormonal sorunlarınız yoksa ne yapsanız sonucu kilo kaybı olur (bkz. asansör yerine merdiven), hatta yeme alışkanlıklarınızı da biraz değiştirirseniz ilk zamanlar çok hızlı kilo verebilirsiniz. Ama diyelim ki, sağlıklı kilo aralığınızın üst sınırına yakınsınız, yani şekerim hiç veremediğim 7-8 kilom var diyorsunuz, sizin için haftada 3 kez koşmak kilo kaybına yol açmayabilir. Yanlış anlaşılmasın, daha sağlıklı olabilirsiniz, akciğerleriniz, kalbiniz (halihazırda sorun yoksa) gelişir, bacaklarınızda yeni kılcal damarlar oluşur, psikolojik olarak daha iyi bir yerde hissedersiniz kendinizi. Ama kilo vermeyebilir, hatta alabilirsiniz. Nası yani?

Düzenli egzersize başladığınızda yeme alışkanlıklarınız iki türlü etkilenebilir. Birincisi, hareketinizi arttırınca doğal olarak kalori ihtiyacınız da artar. Ama diyetisyen kontrolünde değilseniz artan kalori ihtiyacınızı fazlasıyla yerine koymaya başlayabilirsiniz. Dolayısıyla yarım tabak yağsız makarnayla 300 kaloriyi yerine koyacağınıza, bir tabak yağlı makarna yiyip 500 kalori alabilirsiniz. İkincisi, psikolojik olarak egzersiz yaptığınız için kendinize normalde yemediğiniz abur cuburu yeme izni verebilirsiniz. Noolcak ya, koşar yakarım dersiniz ve yakamazsınız.

Sonuçta koşalım koşmasına, ama doğru amaçlar için. Sağlıklı olmak, iyi hissetmek, egzersiz alışkanlığı kazanmak, çocuklarımıza spor konusunda örnek olmak için. Amaç yağdan kilo kaybetmekse, düzenli ve 45 dakikadan uzun yürüyüşler veya haftada 4-5 kez 1-1,5 saatlik kardio-ağırlık kombinasyonları çok daha mantıklı.

Etiketler ,

Son bir-iki yazı yoruma kapalı görünüyormuş her nedense. Hatta bak bu da öyle oldu. Ayarlardan gidip açmak gerekiyor. Sevgili WP, what the fudge?