Beklersen…

Ekonomide bir beleşçi (free rider problem) sorunsalı vardır, sosyal bilimlerin genelinde de kullanılır. Aslında tam Türkçesi beleşçi mi bilemiyorum, beleşçi kaba bir tabir, ama işin özü de bu: cefasını çekmeden sefasını sürme isteği ve bu isteğin doğurduğu sorunlar.

Dünyada hepimizin yararlandığı ama aslında kimseye ait olmayan kaynaklar vardır. Mesela bir gölet veya bir mera veya atmosferimiz… Bunlardan hepimiz yararlanabiliriz, ama hepimiz yararlanınca gölet kuruyabilir, mera yok olabilir, atmosfer kirlenebilir. Bunlar kimseye ait olmadığından kimse örneğin göleti temizlemeye kalkmaz veya bir kural konursa onu işletmeye çalışmaz. Aynı şey sendikalarda da görülebilir. Çalıştığınız fabrikadaki sendikaya üye olmazsanız aidat ödemez, toplantılara vakit ayırmak zorunda kalmazsınız; ama sendika uğraşa didine işçilere bir avantaj sağladığında siz de bu avantajdan faydalanırsınız. Bu bir sorundur, çünkü böyle hareket eden kişi sayısı belli bir çoğunluğa ulaştığında, o herkesin faydalandığı sistem çökebilir, yani sonuçta beleşe karnını doyuran da aç kalabilir.

BBOM okulları böyle ortak amaca hizmet eden bir üretim mi yaparlar? İlk bakışta hayır. Ama eğer söz konusu amacın eğitim sistemini ve ülkemizin sosyal sermayesini dönüştürmek olduğunu düşünecek olursak, evet. Kendi yaşam deneyimlerinizden sosyal sermayemizin ne kadar kötü olduğunu fark etmişsinizdir. Bahsettiğim, yüzde doksanı ne idüğü belirsiz üniversite eğitimi almış bir topluluk değil; ne iş yaparsa yapsın, okulda kaç yıl geçirirse geçirsin sorgulayabilen, insiyatif alabilen, öğrenmeyi sürdüren, bilmediğini kabul edip plan yapabilen, proje geliştirebilen, kendini ifade edebilen, doğru soruları soran, tasarlayan, üretebilen insanlar. Daha önce de yazdım, üniversite hocası olarak bu insanları çıkarmamı benden beklemeyin, bana da liseye de hazır geliyor çocuklar. En başa dönmek gerek, bu yüzden BBOM demiştim. Bu değişimin bize ekonomik katkısı da olur, bkz. bu yazı.

Hal böyleyken, BBOM okulları için de bazen aynı mantığın işlediğini duyuyorum: ”hele bir açılsın da ….” İyi de sen gelip taşın altına elini koymazsan güzel kardeşim, nasıl olacak bu iş? Tabii ki herkes imkanı dahilinde katkıda bulunuyor. Tabii ki, çocuğunu yeni bir modelde okula göndermek zor bir karar. Ya da öyle mi? İçinde bulunduğumuz sistemde çocuğunu okula göndermek daha mı az riskli bir karar? Veya diyelim ki, denenmemiş bir sistem (ki onlarca yıldır yurtdışında deneniyor, bir yıldır da Türkiye’de), 4+4+4 çok mu denenmişti? Bugün çocuğunu A okuluna yazdıran bir aile o okulda 4 yıl aynı sistemin uygulanacağını bilebilir mi? Ya da o okulun A okulu olarak kalmasının bir garantisi var mı? Demem o ki, çocuğunu BBOM okuluna kaydettiren bir ailenin aldığı risk, herhangi başka bir okula yazdırandan daha fazla değildir. Dahası aile mali yönden okulun işleyişini yöneten koperatifin parçasıdır. Yani çözümün parçasıdır.

Bekleyip görelim politikası bu gibi durumlarda işe yaramayabilir, beklerseniz göremeyebilirsiniz. O zaman da ”eğitim şart”la başlayıp sistemden yakınan muhabbetlerden emekli olunuz, hoşgeldiniz artık sorunun bir parçasısınız.

Pasta

Tamam pastayı da koyayım bari. Yalnız dalga gecmek yok. Ben elindenişgelengillerden değilim.

Etiketler ,

Umut

Uzun zamandır yazmaya elim gitmedi. Evet, yoğunluk boyumu aştı. Ama çok da şikayetçi değilim, nedir ki yoğunluk? Bir dolu insan ve iş var demek hayatlarımızda, ee ondan da şikayet edemem. Elim gitmedi, çünkü artık ne hakkında yazmam gerektiğini bilmiyorum. O kadar saçma sapan, o kadar fecaat şeyler yaşanıyor ki bu ülkede… Monçuk 3 olmuş, annesi 2 gece uğraşıp dinozor pastası yapmış… Bunu mu yazayım? Yazana lafım yok, severek okuyorum, ama ben yazamadım işte. Gerçekliğin bu kadar görecelendiği, bu kadar bölünüp üzerinden farklı dünyalar yaratıldığı bir ülkede sözcükler normalde olduklarından bile daha kayganlar.

Utanıyorum bir yandan da. Korkmaktan utanıyorum. Ben eyleme falan gitmedim bu Mayıs. Korktum. Geçen yıl ne kadar safmışız. En fazla gaz yerim, en fazla gözaltı olur diyordum. Yaşadıklarımız gösterdi ihtimalleri: gözün, beynin gidebilir, öldüresiye dövebilirler seni ya da otobüste kıstırıp taciz edebilirler. En fenası da bunları kime şikayet edeceksin? Sosyal kontrat pul olmuş, ne anlamı var protestonun? Beni duyacak kimse olmadıktan sonra… Böyle diyenlere kızıyorlar, grev kırıcılık gibi, haklılar belki. Ama napiim, Monçuk’un 4 olduğunu görmek, belki bu sefer bir triseratops pasta yapmak istiyorum.

Bu iç sıkıntısı ve korkuyla yaşarken her sabah kalkıyorsam, BBOM okulumuz sayesinde. Çocuklar adını da koydular: Meraklı Kedi İlkokulu. Nasıl anlatsam? Bir grup insan düşünün, hepsi çok yoğun, hepsinin bin türlü işi var, hepsi bir yolunu bulup günde 85 mesaj atabiliyorlar birbirlerine, konu da okulda süren inşaatın bir detayı olabiliyor. Ya da işten çıkıp 7 buçukta başladıkları toplantı 11’de bitebiliyor. Tabii ki herkesin kolları sıvamasının ilk nedeni kendi çocuğunu korumak. Evet, tam da bu! Korumak, saçma ödevlerden, okuldan soğutan projelerden, sınavlardan çocuklarımızı, onların doğasını, öğrenme tutkusunu korumak. Çıkış noktası bu ama, biz başka birşey de olduk bu arada. Sanki bir kendi sınavımı açıp arkadaş seçme ve yerleştirme yapmış gibiyim. Öyle mesudum. Bir de birşey inşa ediyoruz ya. O duygu insana çok iyi geliyor. Yani sızlanmıyoruz, twitter başında oturmuyoruz, bilfiil birşey yapıyoruz. Bu tartışmalar ve bölünmeler ülkesinde farklılıklarımızı bir kenara bırakıp iş üretiyoruz. Bağımlılık yaratan bir iyilik hissi bu!

Monçuk’a hamileyken demiştim ki, bu çocuğun beni büyütmesini umuyorum, bana öğretmesini, beni dönüştürmesini. Öyle de oldu. Ama hiç ön görmediğim bir biçimde. Kollektif umut diye birşey varmış, herkes o duyguya açmış, ben dahil.

Tıklayın, iyi hissedeceksiniz.

Meşruiyet

Önce BİR vardı. Tek başınaydı. Yalnızdı ama güvendeydi. Gün geldi İKİ oldu. Yalnızlığı son buldu. ÜÇ, DÖRT… derken TOPLULUK oldu. Ak dediğine kara diyen oldu, kafasına vuruldu veya o vurdu. O zaman biri çıktı, ben icabına bakarım dedi. Düzen ve emniyet tesis etti, karşılığında topluluğu haraca bağladı. Kurallar koydu, şiddet uyguladı. Ama şiddeti meşruydu, çünkü karşılığında can güvenliği veriyordu. Budur arkadaşlar, devlet dediğimiz mafyadan devşirme oluşumun özü budur. Zamanla buna haraç keseni kısıtlayan yapı ve kanunlar eklenmiştir. Haraç kesenin nasıl ve ne sıklıkta değişeceğine yönelik envai tür rejim ortaya atılmıştır. Ama özü, işte bu basit anlaşmadır. Devlet, şiddetin örgütlü ve biricik yasal, meşru kullanıcısıdır, çünkü bu hakkı toplumdan alır. İşin çoğunlukla veya azınlıkla ilgisi yoktur. İşin seçimlerle ilgisi yoktur. Öyle olsa azınlık hükümetlerinin hiçbirinin meşru olmaması lazım. Yani mesele öngörülemez ve riski hesaplanamaz bir toplumsal şiddet ihtimaline karşı öngörülebilir, görece kısıtlı bir şiddeti kabul etmektir. Bu kabul, devleti meşru kılar ve bizi de devlete vatandaşlık bağıyla bağlar.

Peki, devlet vatandaşlarına verdiği sözü tutamazsa, onların güvenliğini sağlayamazsa, hatta bizatihi kendisi öngörülemez ve riski hesaplanamaz, kısıtlara uymaz bir şiddet aygıtına dönüşürse ne olur? Çok basit, meşruiyetini kaybeder. Meşruiyet, bir diktatör veya bir kral için bile çok önemlidir, çünkü Napolyon amcanın da dediği gibi bir mızrağın üzerine oturamazsın kardeş.

Bizim meşru bir devlet çatısı altında yaşayıp yaşamadığımıza dair ciddi kaygılarım var. Hatta daha ötesine gidelim, artık bu devleti oluşturan aynı hedeflere odaklanmış, tam ve bütün bir topluluk var mı ondan da şüpheliyim. Devletin bir görevlisi, yani amacı vergisini aldığı halkı korumak olan bir yapının neferi, güpegündüz, aleni bir vatandaşı tekmeliyor. Ne kadar kışkırtıldığı, ne yapıldığı umurumda değil. Bunları anlatmaya başlayana kulaklarımı tıkar lalalalalalalal diye bağırırım. KIŞKIRMAYACAKSIN. Kışkırırsan, meşru bir devlet sisteminde yargılanır ve cezanı alırsın. Onu geçtim en basitinden kovulman lazım. Ama hepimiz biliyoruz ki, bu olmayacak. Yabancı gazeteler yazmış: soon to be fired bıdı bıdı (yakında kovulacak…). Naif adamlar. Biz orayı çoktan geçtik. Bu adam kovulmayacak, çünkü sadakatini en üst perdeden ispat etti ve sadakat bu devletimsi yapının yeni gibi gözüken eski halinde liyakattan, dürüstlükten, vicdandan, hukuka uygunluktan bin defa daha önemli. Kovulmayacak, hatta taltif edilecek, sırtı sıvazlanacak. Çok gürültü çıkarsa görevi değiştirilir, daha kazançlı olan danışman kadrosuna geçirilir. Kimse de gık diyemez. Çünkü devletin başı da kışkırmış ve bir başka vatandaşa tabiri caizse dalmıştır. Yani devlet, korumakla görevli olduğu vatandaşlarına kısıtlı olmayan, öngörülemez bir şiddeti sadece gösterilerde değil, adam adama olarak da uygulamaktadır. O vatandaşın dava açmayacak olması, bizim açmamamızı gerektirmez. Hukukta yeri var mıdır bilmiyorum ama benim o olaydan ötürü dava açabilmem gerekir. Ben canımı emanet ettiğim devlete artık zerre kadar güvenmiyorum, bu anlaşmanın bir fesih maddesi olması icap etmez mi? Yoksa literatüre bakarsak meşruiyetini kaybetmiş devletlerin fesihleri 1789’da olduğu gibidir genelde.

Eşik

Bu eşiği olabildiğince erteledik, ama sonunda adımımızı attık: Monçuk kreşe başladı. Benim için bu eşiğin anlamı, çocuğun biricik olduğu dünyadan birçoktan biri olduğu dünyaya adım atıp bu gerçekle barışık yaşamayı öğrenmesi. Ve bu tabii ki çok zor bir adım. Bugüne kadar bizim kıymetlimizdi, kurallar olsa da o kurallara tabi olan tek kişiydi, çok iyi bildiği bir çevredeydi. Şimdi ilk kez başkalarıyla, başka çocuklarla birarada olması gereken bir yerde, kimliğinin oluşmasında önemli bir gelişme bu.

Aslında Monçuk 18 aylık olduğundan beri kreş araştırıyorum. Anladım ki, tam kafamdaki gibi bir yer yok (zaten o yüzden ilkokul kuruyoruz, bkz. BBOM). Bu durumda eve yürüme mesafesinde olan ve bahçesi büyük bir yeri seçtik. Bu hafta uyum süreciydi, her gün biraz biraz geçirdiği zamanı arttırdık. Dört gündür oldukça iyiydi, bırakırken pek ağlamıyordu. Ama tabii ben bu tepkisizliğin nedeninin kabullenme olmadığını, sadece henüz yeni bir rutini olduğunu farketmeyişinden kaynaklandığını düşünüyordum. Nitekim evde okuldan pek bahsetmiyordu, bir tek beraber resim yaparak okulu, yemek masasını, sınıfını çizdiğimizde bahsediyordu. İnsan meraktan ölecek gibi oluyor. Onun yanında öğretmenine de neler yaptığını soramıyorum, sanırım bugün bir değerlendirme alırız.

Gelelim bugüne… Bu sabah kreş yoluna dönünce (ki evden yürüyerek 10 dk, arabayla 5dk uzaklıkta) ”ben buraya gitmek istemiyorum” dedi. Neden diye sorunca da ”sevmiyorum” diye kısa ve öz hissiyatını dile getirdi. Okulun önünde, arabada konuştuk biraz. Ağlamaya başladı, başka yere gidecekmişiz. Hah dedim, o gün bugün demek ki. Çocuklar her zaman sınırları bir yokluyorlar, ağlarsam okuldan yırtabilir miyim? Tabii ki prize dokunmamayı öğretmek gibi değil bu. Sevmiyor, çünkü diğer 11 çocuk ve 2 öğretmenle iletişim kurması gerekiyor, belki bazılarına ısınamadı ve en önemlisi bu yeni yerde kendini güvende hissetmiyor. Neyse sakinleştirdim ve içeri girdik. Biraz kucağımda oturdu, sarıldık, öpüştük ve ben gidiyorum, öğle yemeğinden sonra seni alacağım dediğimde yine ağlamaya başladı, hatta fiziksel olarak direndi de. Bense ağlamadan, sakince el sallayıp okuldan çıktım. Kalbim parampinçik oldu. Kendimi yavrusunu uçsun diye yuvadan dışarı iten bir kuş gibi hissettim. Alternatifi düşündüm, şimdi alsam eve gitsem ne olacak? Okul, aklında bu negatif anıyla kalacak. Büyük ihtimalle 6 ay sonra başka bir yere başlatmaya kalksak gene ve daha şiddetli bu noktaya döneceğiz. Çünkü sevmediği aslında bu okul değil, henüz o kadar tanımadı öğretmenlerini ve arkadaşlarını, sevmediği yeni bir yerde yabancı olma hissi.

O hissi biz seviyor muyuz? Şu dünyada en nefret ettiğim şeylerden biri bir konferansın kokteylinde sırıtarak boş sohbet etme zorunluluğu. Yani yeni bir yerde yabancı olmak. Haklı yani çocuk. Ama bu hisle başa çıkmayı öğrenmesi gerekiyor. Hayat, o ”buraya ait değilim” hissiyle dolu. Uzun bir süre devam edebiliyor o his. Hele de daha içine kapalı olanlarımız için. Amaaaa biraz zaman geçince, birkaç arkadaş edinince yavaş yavaş yok oluyor ve de o hisse direnmenin karşılığı bazen yepyeni dostluklar veya güzel bir iş ortamı olabiliyor. Güzel oğlum, seni eşikten itmeye mecburum ve her daim yanındayım, ne zaman istersen kucağımdaki yuvanda dinlenebilirsin.

BBOM-AfisA4kara

Kalinka

Zaman geçiyor, Monçuk büyüyor ve ben not düşmeyi daima unutuyorum. 34. ayı geride kaldı. Hızla 4 yaşına basacağı doğumgününe yaklaşıyoruz. Artık doğumgünü nedir biliyor, pastayı sadece doğumgünlerinde yenir sanıyor. Yani doğumgününü iple çekiyor.

Müzik ve dans delisi bir çocuk oldu. Her akşam yemekte aynı şarkıları dinliyoruz. Aynı sırayla… Şarkıların sözlerini öğrenmeye çalışırken bizim de mırıldanmamıza çok kızıyor. Ama bir kez öğrendi mi şarkıyı hep beraber söyleyip hep beraber dans etmeliyiz. Kalinka, We will rock you, Barış Manço şarkıları, tarantella en sevdiği parçalar. Temposuz şarkılara hiç tahammülü yok.

İki kere 0-3 yaş tiyatrosuna gittik bu kış. Bayıldı, tiyatrocu olan dayısına mı çekti bilmiyorum ama tiyatroda çekilen videoları izleyip duruyor. Oyuna konsantre olabilmesi, belki 3-7 yaş oyunlarına da gidebiliriz dedirtti bana.

Arabaları hala çok seviyor. Dolaşmaya çıktığımızda kaldırıma oturup saatlerce arabaları izleyebilir. Bu aralar babasının aldığı ışıklı yerküreyi de seviyor. Biz Türkiy’de yaşıyoruz, Kalinka Yusya’da çalınıyor. Bu aralar Çupi kitaplarını okuyoruz. Çok tatlı bu AlMidilli serisi. Resimler güzel, yazılar kısa ve basit. Yazıda resimdeki herşey anlatılmıyor, dolayısıyla resimler üzerine konuşabiliyoruz.

4 Nisan’da ilk defa saçını kestirdik. Gözümde büyüttüğüm gibi olmadı, tabii kesildiğini kimse anlamadı. Aman az kesin diye tembihlediğim için berber amcanın eli gitmemiş pek.

Temkinli, dikkatlidir Monçuk. 3 yaşına yaklaşırken bunu biraz atmaya başladı, kendine güveni arttı. Yine de umarım asla gözü kara olmaz.

Geceleri ben yatırıyorum oğluşumu. Kitap okuyoruz, sonra bebekliğini anlatıyorum ona. Küçükken nasıl konuşamadığını, birşey istediğinde ağladığını, minicik olduğunu, onu uyutmadan önce ona nasıl sarılıp pışpışladığımı anlatıyorum. Başını göğsüme dayayıp dinliyor, yatağına koymak için kalkmaya davrandığımda biraz daha oturalım diyor, sarılıp oturuyoruz öyle. Ah be oğlum ne ara büyüdün de bebekliğini anlatır olduk, sen bebek değil miydin?

Kermes

6 Nisan’da BBOM Ankara Okulu bahçesinde kermesimiz var. Çoluğunu çocuğunu kap gel güzel arkadaşım. Ye, iç, gül, eğlen. Sırası mı? Tam sırası.

 

6nisanBBOMafisflat

Etiketler

BBOM Etkinlikleri

Eylül 2014’te açmayı planladığımız okulumuz için etkinliklerimiz son sürat devam ediyor. Bu Cumartesi (29 Mart) Çayyolu tanıtımımız var. Saat 2-4 arasında semt meclisi binamızda yapılacak toplantı için bkz. burası.

6 Nisan Pazar günü 12-5 arasında da İncek’te okul binamızın bahçesinde kermesimiz var. Onun için de buraya tık tık. Sizin yerinizde olsam sabahtan kahvaltımı hafif yapar, soluğu kermeste alırdım. Okulumuzun tadilatı için düzenlenen kermeste gönüllülerimiz börekler, kekler, kısırlar, salatalar döktürecekler, kitap ve cd satışı da yapılacak. Çocuklar için etkinlikler planlıyoruz, en önemlisi okulumuzun adı ve logosu için çocuklar eğitimcilerle çalışma yapacaklar. Gönüllü olarak katkıda bulunmak isterseniz, onun da başımızın üstünde yeri var. Hadi gelin, baharı kutlayıp azıcık eğlenelim :)

Gel

Biz, siyasetten ağzı yanmış anne ve babaların çocukları, biz, 1990’ları yaşamış biz… Biz siyaseti kirli addettik ve kir bize bulaşmasın diye siyaseti kirlilere terkettik. Yanlış yaptık. Hala ”bu blog falanca bloğu, siyasete yer yok” diye yazanları görüyorum. Sevgili insan, iki kişinin bir araya geldiği her yerde siyaset var. Çünkü siyaset beraber yaşayabilmek için çözüm üretme aracı. Yani kaçış yok. 30 Martta oy kullanınca işin bitecek sanma. Artık siyasete gir ve temizle bu alanı.

Siyaset konuş, özellikle de çocuklarının yanında. Ve olur da fikirlerini dillendirirlerse, o fikirlere kıymet ver, dinle ve konuş onlarla.

Siyaset yap. En altta, en dipte. Muhtar ol, ihtiyar heyeti ol, semt meclisi kur, yaşadığın yerin sorunlarına çözüm üretmek için ellerini korkmadan daldır siyasete. Tartışmaktan, çatışmaktan korkma. Önemli olan nasıl tartıştığın ve tartışmaları nasıl bitirdiğindir. Tartışmayı bilmeyen bir neslin erkekleri kadınlarını öldürüp duruyor, unutma.

Siyaset yapana saygı duy. Her hafta toplanıp mahallelerinin sorunlarını tartışan insanlar, güzel insanlardır. En kıymetlilerini, zamanlarını senin ve benim için harcıyorlardır. Siyasete itibarını geri ver ki, itibarsızlar gelip vantuzlarını geçiremesinler ona.

Siyasetten çekinme. Yürüdüğün kaldırım, sevgilinle sorunların, bel boşluğunu dolduran pantolon bulamaman bile siyasi mesele. Nasıl bir toplumda yaşamak istiyorsun, hayal et ve hayallerini gerçekleştirmek için siyaseti kullan. Ortaya çıkacak sonuç, senin hayallerine tıpatıp benzemeyebilir, ama az buçuk benzese de bir başkasının kendi hayallerine seni hapsetmesinden iyidir. Kısacası ”sen de yap, güzel oluyor”!